Bütün sokak lambaları söndüğünde, rüzgâr İstanbul’un caddelerinde eski bir dost gibi dolaşır. Ve işte o karanlıkta, kırık kaldırım taşlarının arasında, sigara izmaritlerinin, şarap şişelerinin, öpüşmelerin, yarım kalmış sevişmelerin, terk edilişlerin kokusu yükselirken bir şair belirir: Küçük İskender.
Onun adı, boynunda asılı bir yara gibi durur: küçük… Oysa acısı hiç de küçük değildir. O, dünyayı kocaman bir yara olarak taşır iç cebinde. Ve her şiiri, o yarayı biraz daha kanatmak için vardır.
Bir şair ki, sokakların diliyle konuşur.
Küçük İskender’in dünyası biraz paslı bir traş bıçağı gibidir; dokunanı keser. Dili kirli derler, evet, kan lekeli, küfür kokulu… Ama yine de o kelimeler, tıpkı bir mezarlıkta açan kır çiçekleri gibi, güzeldir.
Çünkü İskender’in şiiri, makyajsız bir yüz gibidir. Çilleriyle, sivilceleriyle, göz altı morluklarıyla… Olduğu gibidir.
Onun şiirini okurken insan, kendini bir pavyonun arka masasında otururken bulur. Elinde ucuz bir votka, karşısında boynu bükük bir keman… Kalabalık gürültü eder, ama o sadece kendine çalar. İşte Küçük İskender de böyle çalar bize; gürültünün içinden, kalabalığın ortasından, tam kalbimize…
Aşk ve Ölümün İnce Çizgisinde
O, aşkı anlatırken kimsenin cesaret edemediği kadar çıplaktır. “Ben seni bir şarap gibi içtim ve sabahına kustum,” derken bile, aşkın ne kadar derin, ne kadar insani, ne kadar acı verici bir şey olduğunu fısıldar kulağımıza.
Çünkü onun aşkı steril değildir. Teni ter kokar, biraz sigara, biraz alkol… Ama asıl kokusu: hasretin kokusudur.
Ve ölüm… O, Küçük İskender’in koynunda her gece uyuttuğu soğuk sevgili. Şiirlerinde ölüm hep vardır. Ama öyle bir hüzünle değil; sanki ölümle alay edercesine. “Gel, birlikte ölelim de cennette kimse tanımasın bizi” diyerek el uzatır ölüme.
Belki de bu yüzden onun dizeleri insanın göğsüne iğneler batırır. Ama o iğnelerden kan yerine umut sızar. Çünkü ölüm korkusu bile onun dizelerinde yaşama dair bir iştah olur.
Yalnızlığın Şairi
Küçük İskender yalnızlığı şiirin göbeğine oturtmuş bir şairdir. Onun yalnızlığı öyle öylesine bir yalnızlık değildir; kalabalığın içinde daha da koyulaşan, bazen bir elin değmesini ölesiye isteyen, bazen kimsenin varlığını kaldıramayan çelişkili bir yalnızlık…
“Ben biraz kendime çekildim, kusura bakma dünya…” diyen o tuhaf insan hali… İşte İskender’in şiirlerinde hep budur: kırgın, küskün, ama bir o kadar da kendini sevmeye çalışan bir kalp.
Kirli aşkların, gizli arzuların, utançların şairi
O, şiirinde cinselliği saklamaz. Çünkü o bilir ki ten utanç duyulacak bir şey değildir. Aşk bazen ellerin birbirine dolanışı değil, bazen göz göze bile gelmeden yaşanan bir tutkudur.
Küçük İskender, toplumun bastırmaya çalıştığı tüm arzuları şiirine alır. Erkek erkeğe, kadın kadına, insan insana… Kimin kimi sevdiğinin, nasıl dokunduğunun hesabını tutmaz. Onun şiiri bu yüzden yasaktır biraz. Ama en çok da özgürdür.
Toplum ona parmak sallamış, mahkemelerde süründürmüş, gazeteler utanmadan onu “sapkın” ilan etmişti. O ise başını dik tutarak bir şiir daha yazdı. Çünkü onun için şiir, sadece bir sanat değil, bir varoluş şekliydi.
“Ben şiiri steril bırakmam...”
O kendi sözleriyle der ki:
> “Ben şiiri steril bırakmam. Şiirime irin bulaştırırım, kan bulaştırırım, meni bulaştırırım ki oradan yeni bir hayat filizlensin.”
Belki de onun şiirlerinin bu kadar canlı olmasının sebebi budur. Temiz, beyaz örtülerde büyümez İskender’in şiirleri. Çöp kutularının yanında, gece yarısı öpüşen iki sevgilinin titreyen ellerinde, otobüs duraklarında sabaha kadar bekleyen uykusuz gözlerde büyür.
Erken Veda, Büyük İz
Küçük İskender uzun süre kanserle boğuştu. Belki de içindeki ölüme düşkünlük, ona daha erken bir davetiye hazırladı. 2019 yazında aramızdan sessizce çekildi.
Ama o giderken İstanbul’un sokaklarına, deniz kenarına oturmuş delikanlıların cebine, terk edilmiş otel odalarına, eski sevgililerin saç tellerine binlerce dize bıraktı.
Bugün hâlâ birileri onu okurken içinden durduk yere bir sigara yakmak, içi yanana kadar öksürmek, sonra da oturup uzun uzun ağlamak ister. İşte iyi şair budur: Okurun kalbini ellerinin arasına alır, sıkar, sonra da usulca bırakır.
Ve geriye kalan…
Küçük İskender belki hiçbir zaman büyük ödüller, şatafatlı söyleşiler, konferans salonları istemedi. O, şiirini genç bir çocuğun titreyen ellerine bırakmak için yazdı.
Belki de bu yüzden bugün onun adı anılınca insanlar hafifçe gülümser, sonra gözleri nemlenir. Çünkü herkes Küçük İskender’de kendinden bir parça bulur: Yalnızlığını, korkusunu, başına bela olmuş aşklarını, vazgeçemediği tutkularını, yaralarını…
Şimdi İstanbul’un gece yarısı yollarında yürürken, sokak lambasının altındaki gölgene dikkat et. Belki Küçük İskender şiirleriyle hâlâ orada dolaşıyordur.
Belki sana usulca şunu fısıldıyordur:
> “Sen de benim kadar yaralı mısın? Öyleyse korkma, gel, birlikte kanayalım…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder