27 Temmuz 2025 Pazar

ACE OF BASE 😍😍😍

🎶 90’ların Efsanevi İsveçli Grubu: Ace of Base

> “All That She Wants is another baby...”
Bu satırları okur okumaz melodi kafanda canlandıysa, sen de 90’ların müzik ruhunu yaşamışsın demektir.

📍 Kısaca Ace of Base

Kuruluş Yılı: 1990

Ülke: İsveç (Göteborg)

Üyeler: Jonas “Joker” Berggren, Malin “Linn” Berggren, Jenny Berggren, Ulf “Buddha” Ekberg

Müzik Türü: Pop, Reggae-Pop, Eurodance, Synthpop

En Bilinen Şarkılar: The Sign, All That She Wants, Don’t Turn Around, Beautiful Life


🎤 Grup Nasıl Kuruldu?

Ace of Base, aslında bir aile grubuydu. Jonas, Linn ve Jenny kardeşti. Ulf ise Jonas’ın arkadaşıydı. Jonas müzikal olarak en deneyimli olan kişiydi. Grup, İsveç’te kendi çaplarında müzik yaparken, 1992’de çıkardıkları “Wheel of Fortune” adlı şarkı onları ilk kez dikkat çeker hale getirdi.

Ancak asıl patlamayı bir yıl sonra yaptılar.

💣 “Happy Nation” → “The Sign” Albümü ve Patlama

1993’te çıkan “Happy Nation” albümü, Avrupa’da ses getirince Amerikan pazarına özel olarak yeniden düzenlendi. Bu yeni versiyonun adı: “The Sign” idi.

Bu albümden çıkan hitler:

✅ The Sign

✅ All That She Wants

✅ Don’t Turn Around

✅ Living in Danger

> 🎧 The Sign, 1994’te ABD Billboard Hot 100 listesinde 6 hafta boyunca 1 numarada kaldı.


🔊 Müzikal Tarzı Ne Kadar Farklıydı?

Ace of Base, 90’ların pop sahnesinde reggae ritimlerini elektronik altyapıyla birleştiren ender gruplardan biriydi.

Şarkılar sade ama akılda kalıcıydı.

Vokaller melankolik ama ritimler dans ettiriciydi.

Sözler genellikle ilişki, özlem ve ayrılık temalıydı.

Linn’in sesi derin ve mistik,
Jenny’nin sesi ise daha güçlü ve nettir.

🪩 1995 – 1998: Değişim ve Mücadele

İkinci albümleri “The Bridge” (1995), ilk albüm kadar olmasa da başarılıydı.
Şarkılar:

Beautiful Life

Lucky Love

Never Gonna Say I’m Sorry

Ancak müzik dünyasında hip hop ve R&B’nin yükselişi, eurodance tarzı grupları geri planda bırakmaya başlamıştı.

1998’de çıkan “Flowers” albümü ise daha deneyseldi ama ticari olarak beklenen etkiyi yaratamadı.


😶 Neden Dağıldılar?

En büyük nedenlerden biri: Linn’in sahne fobisi ve medyadan uzaklaşmak istemesi.
Zamanla grubun promosyonları aksadı.
2002’de çıkan “Da Capo” albümü son orijinal çalışmalarından biri oldu.

2007’de Linn, 2009’da Jenny gruptan ayrıldı. Jonas ve Ulf, yeni üyelerle Ace.of.Base adlı bir projeye girişti ama bu proje de uzun ömürlü olmadı.

🏆 Başarılar ve Rekorlar

🌍 1990’larda 50 milyondan fazla albüm satışı

🎶 “The Sign” şarkısı 1994’te Amerika’da yılın en çok dinlenen şarkısı seçildi.

🇸🇪 ABBA’dan sonra gelen en başarılı İsveçli grup

🕺 90’larda MTV ve VH1 gibi kanalların klip listelerini domine ettiler.


🧠 Ace of Base’in Pop Müzik Üzerindeki Etkisi

Max Martin (Britney Spears, Backstreet Boys, Katy Perry gibi yıldızların prodüktörü) ilk ilhamını Ace of Base’in tarzından aldı.

Lady Gaga, Robyn, Katy Perry gibi sanatçılar onların melodik yapısını ilham verici bulduklarını söyledi.

Reggae-pop tarzını mainstream müzikle birleştiren ilk büyük gruplardan biri oldular.


🎧 Bugün Hâlâ Dinleniyorlar mı?

Evet! Spotify’da milyonlarca dinlenme sayısına ulaşmış durumdalar.
2020’lerde YouTube ve TikTok gibi platformlarda “nostalji trendi” ile yeniden popüler hale geldiler.

Özellikle:

The Sign

All That She Wants

Beautiful Life 

gibi şarkıları hâlâ düğünlerde, nostalji partilerinde ve film/dizi soundtrack’lerinde karşımıza çıkıyor.

💬 Son Söz: Unutulmaz Bir Dönem, Kalıcı Bir İz

Ace of Base belki 10 yıl boyunca aktif olarak müzik sahnesindeydi ama bıraktıkları etki çok daha büyük.
Onlar sayesinde İsveç müziği dünya sahnesinde daha güçlü bir yer edindi.
Ve bugün hâlâ her “The Sign” çaldığında, milyonlarca insan çocukluğuna, gençliğine dönebiliyor.

> 🎙️ Eğer 90’ları seviyorsan, Ace of Base senin için bir zaman kapsülü.

Efsanevi Grup: Ace of Base 💖

90’ların Efsanevi Grubu: Ace of Base

Pop müzik dünyasında bazı gruplar vardır ki, sadece şarkılarıyla değil, yakaladıkları atmosfer, tarzları ve zamanın ruhunu yansıtmalarıyla da unutulmaz hale gelirler. Ace of Base, 1990’lı yılların başında müzik sahnesine adım atan ve kısa sürede uluslararası bir fenomene dönüşen İsveçli pop grubudur. “All That She Wants”, “The Sign” ve “Don’t Turn Around” gibi dünya çapında hit olmuş parçalarıyla hatırlanan grup, bugün hâlâ nostaljik listelerin vazgeçilmezleri arasında yer alır. Bu yazıda Ace of Base’in kuruluş hikâyesinden müzikal tarzına, başarılarına ve müzik dünyasındaki kalıcı etkisine kadar pek çok detaya yer vereceğiz.

İsveç’ten Dünyaya Açılan Bir Kapı

Ace of Base, 1990 yılında İsveç’in Göteborg kentinde kuruldu. Grup, üç kardeş olan Jonas Berggren (Joker), Malin Berggren (Linn) ve Jenny Berggren ile onların arkadaşı Ulf Ekberg (Buddha)’den oluşuyordu. Jonas, grubun beyni konumundaydı. Şarkıların çoğunun bestesini yapıyor, prodüksiyon sürecini yürütüyordu. Ulf ise elektronik altyapıları ve düzenlemeleriyle gruba katkı sağlıyordu. Linn ve Jenny ise grubun vokalistleri olarak sahnede ve kliplerde ön plandaydı.

İlk başta kendi ülkelerinde mütevazı bir başarı yakalayan grup, 1992 yılında yayımladıkları "Wheel of Fortune" adlı teklileriyle dikkatleri çekti. Ancak asıl çıkışları, 1993 yılında çıkan “Happy Nation” albümü ile oldu. Albüm kısa sürede Avrupa’da büyük bir etki yarattı. Ardından 1994 yılında albüm, Amerika pazarına "The Sign" adıyla sunuldu. Bu versiyon daha ticari bir yapıya sahipti ve ABD’deki dinleyicilere daha uygun hale getirilmişti.


“The Sign” ve Küresel Başarı

“The Sign” şarkısı, Ace of Base’in küresel başarı kazanmasını sağlayan en büyük dönüm noktasıdır. ABD Billboard Hot 100 listesinde altı hafta boyunca 1 numarada kaldı ve 1994 yılının en çok satan teklilerinden biri oldu. Şarkı, pop ve reggae ritimlerinin harmanlandığı, akılda kalıcı melodisi ve sade ama etkileyici sözleriyle dünya çapında yankı uyandırdı.

Aynı albümde yer alan “All That She Wants”, “Don’t Turn Around” ve “Living in Danger” gibi parçalar da uluslararası listelerde üst sıralara tırmandı. Ace of Base, bu dönemde ABBA’dan sonra en başarılı İsveçli grup olarak anılmaya başlandı. Özellikle Amerika ve İngiltere gibi büyük müzik pazarlarında elde ettikleri başarı, Avrupa dışındaki pop dünyasında İsveçli sanatçılara olan ilgiyi artırdı.

Müzikal Tarz ve Kimlik

Ace of Base’in müziği, 90’ların başında oldukça popüler olan eurodance, reggae-pop, synth-pop ve dance-pop türlerinin bir senteziydi. Şarkılar genellikle orta tempolu, ritmik yapıya sahipti ve karanlık alt tonlara sahip olsalar bile, sözleri çoğu zaman daha kişisel veya duygusaldı. Bu zıtlık, Ace of Base’in müziğini farklı kılan önemli bir özellikti.

Grup, minimalist elektronik altyapılar, vokalistlerin sade ve duygusal yorumları ve tekrar eden melodilerle dinleyiciyi içine çeken bir müzik yaratmayı başardı. Linn Berggren’in vokali özellikle melankolik ve mistik havasıyla dikkat çekerken, Jenny Berggren’in daha enerjik ve net sesi dengeleyici bir unsurdu.

Popülerlikte Zirve ve Düşüş

1995 yılında çıkan “The Bridge” albümü, ilk albüm kadar büyük bir ticari başarı getirmese de, “Beautiful Life” ve “Lucky Love” gibi hit parçalarıyla hâlâ dikkat çekiciydi. Bu dönemde grup, daha deneysel çalışmalara da yöneldi. Ancak müzik piyasasında değişen trendler, özellikle R&B ve hip hop'un yükselişi, Ace of Base’in pop ve eurodance odaklı müziğini gölgede bırakmaya başladı.

1998 yılında çıkan “Flowers” albümü ve 2002’de çıkan “Da Capo” albümü, grup sadık hayran kitlesi tarafından beğenilse de, önceki albümler kadar ses getirmedi. Özellikle Linn Berggren’in medyadan uzaklaşması ve sahne fobisi, grubun canlı performanslarını ve tanıtım faaliyetlerini ciddi şekilde etkiledi.

Grup İçi Değişimler ve Sessiz Dönem

2000’li yılların başlarında Ace of Base, yavaş yavaş müzik sahnesinden çekilmeye başladı. Linn Berggren, 2007 yılında gruptan tamamen ayrıldı. Ardından Jenny de solo kariyerine yönelince, orijinal kadro dağıldı. Jonas ve Ulf, 2009 yılında “Ace.of.Base” adıyla genç vokalistlerle yeni bir grup kurdu, ancak bu oluşum da eski tadı veremedi ve çok fazla ilgi görmedi.

Ace of Base’in orijinal ruhunu taşıyan kadro hiçbir zaman tam anlamıyla yeniden bir araya gelmedi. Ancak grup, dijital platformlar ve nostalji turları sayesinde hâlâ dinlenmeye devam ediyor. YouTube, Spotify ve Apple Music gibi platformlarda milyonlarca dinlenmeye ulaşmaları, grubun zamansız müziğini kanıtlar nitelikte.

Ace of Base’in Müzik Dünyasına Katkısı

Ace of Base, sadece 90’ların ruhunu yansıtmakla kalmadı; aynı zamanda İsveç’in küresel müzik piyasasındaki yerini sağlamlaştırmasına da katkı sağladı. Bugün dünyaca ünlü İsveçli prodüktörler ve müzisyenlerin (örneğin Max Martin) başarısında Ace of Base’in açtığı yolun izleri bulunur. Max Martin’in ilk çıkışlarını Ace of Base’in yapımcılarından öğrendiği bilinmektedir.

Ayrıca grup, 2000’li yıllarda müziğe başlayan birçok pop sanatçısı üzerinde de etkili olmuştur. Katy Perry, Lady Gaga, Robyn gibi isimler Ace of Base’in sound’unun ve melodik yapısının kendileri üzerinde etkili olduğunu ifade etmiştir.


Son Söz: Unutulmayan Bir Miras

Ace of Base, çok uzun ömürlü bir grup olmamış olabilir; ancak bir döneme damga vurmuş, müziğiyle milyonlara ulaşmış ve popüler kültürde kalıcı bir iz bırakmıştır. Her ne kadar zaman zaman müzik eleştirmenleri tarafından hafife alınsa da, bugün hâlâ “The Sign” veya “All That She Wants” çaldığında pek çok kişi şarkıya eşlik ediyorsa, bu onların mirasının hâlâ yaşadığını gösterir.

Onlar için “tek albümlük grup” diyenler olabilir, ama o tek albüm bile milyonların kalbinde yer etti. Nostalji dolu bir yolculuk yapmak isteyen herkes için Ace of Base, hâlâ dinlenmeye değer bir hazinedir.

Kaynakça:

Billboard Arşivleri

Spotify Resmi Sayfası

Rolling Stone Röportajları

Ace of Base Resmi Web Sitesi

26 Temmuz 2025 Cumartesi

BİR GARİP ORHAN VELİ ❤️

Orhan Veli Kanık: Garipliğin Şairi, Sokağın Sesi

Türk edebiyatının kırılma noktalarından biri olan Garip hareketinin öncüsü, şiir anlayışını sokağın diliyle yeniden kuran bir adam: Orhan Veli Kanık. Onu sadece bir şair olarak tanımlamak, yaptığı devrimi küçümsemek olur. Orhan Veli, Türk şiirinin gündelik hayatla temas kurmasını sağlayan, eski kalıpları yıkan, yalınlığı ve doğallığı savunan, kendi deyimiyle “herkes gibi yaşayan” ama kimse gibi yazmayan bir edebiyatçıdır. Bu yazıda, hem şairin hayatına hem de şiir anlayışına derinlemesine bir yolculuk yapacağız.


1. Orhan Veli'nin Kısaca Hayatı

Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914’te İstanbul Beykoz’da dünyaya geldi. Babası Mehmet Veli Kanık, dönemin önemli müzisyenlerinden ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefiydi. Sanata yatkın bir ailede büyüyen Orhan Veli, küçük yaşlarda edebiyatla tanıştı. İlk şiirlerini çocuk yaşlarda yazdı.

Galatasaray Lisesi’nde başladığı eğitimine, Ankara’da Gazi Lisesi’nde devam etti. Bu dönemde Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’la arkadaşlık kurdu. Bu üçlü, ileride Türk edebiyatında "Garip Üçlüsü" olarak anılacaktı. Orhan Veli, Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne kaydoldu ama mezun olamadan okulu bıraktı.

Bir süre PTT’de ve Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı. Ardından tüm vaktini şiire ve yazıya adamak üzere memurluktan ayrıldı. 14 Kasım 1950’de İstanbul’da, henüz 36 yaşındayken bir belediye çukuruna düşerek beyin kanaması geçirdi ve kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Onun ölümü, Türk edebiyatı için büyük bir kayıptı.

2. Şiir Anlayışı ve Garip Akımı

Orhan Veli'nin şiiri, 1941 yılında yayımlanan Garip adlı kitapla yeni bir dönem başlattı. Bu kitap, sadece içerdiği şiirlerle değil, aynı zamanda yazdığı önsözle de büyük yankı uyandırdı. Şiirde vezin ve kafiyeyi reddediyor, süslü imgeleri terk ediyordu. Ona göre şiir, halkın diliyle, halkın yaşadığı gibi yazılmalıydı.

> “Şiir, musiki ile söz arasında bir yerde değil, belki musikiden de, sözden de ayrı bir şeydir.”

Bu devrimci bakış açısı, edebiyat çevrelerinde büyük tepkiyle karşılandı. Kimi onu “şiiri katletmekle” suçladı. Ancak zamanla, Orhan Veli’nin şiire getirdiği sadelik ve doğallık, geniş kitleler tarafından benimsendi. Artık edebiyat sadece seçkinlerin değil, sokaktaki adamın da sesi olacaktı.


3. Konular ve Temalar

Orhan Veli'nin şiirlerinde başlıca dört tema dikkat çeker: gündelik hayat, aşk, doğa ve toplumsal eleştiri.

Gündelik Hayat

Orhan Veli'nin şiirleri, sıradan insanların hayatlarını anlatır. Bir işçinin yorgunluğu, bir balıkçının rüyası, vapurda uyuklayan bir adam… Onun şiirlerinde boğaz manzaralı köşklerden ziyade, mezarlık duvarında oturan gençler, simitçiler, sarhoşlar vardır.

> “Rakı şişede durduğu gibi durmaz.” (Bir de Rakı Şişesinde Balık Olsam)

Aşk

Aşk şiirlerinde bile abartılı duygular yerine yalın ifadeler vardır. Karşılıksız aşkı bile çocuk saflığında anlatır.

> “Ben seni sevdiğim zaman / Bu şehirde kar yağıyordu.” (İstanbul’u Dinliyorum)

Toplumsal Eleştiri

Garip hareketinin ilerleyen dönemlerinde, Orhan Veli daha fazla toplumsal meselelerle ilgilenmeye başladı. Yoksulluk, eşitsizlik, savaş karşıtlığı gibi konular şiirlerinde yer buldu.

> “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye…”
(Kitabe-i Seng-i Mezar)


4. Dili ve Üslubu

Orhan Veli’nin en büyük katkılarından biri, şiir dilini halk diline yaklaştırmasıdır. Deyimlere, sokak jargonuna, konuşma diline yer verir. Bu yönüyle, onu hem “şairane” olmamakla eleştirenler oldu, hem de “şiiri demokratikleştirdiğini” savunanlar çıktı.

Onun dilindeki sadelik, sıradanlıktan değil, bilinçli bir seçimden gelir. Basit gibi görünen dizelerin altında güçlü bir ironi ve eleştiri vardır.

5. Tercümeleri ve Düzyazıları

Orhan Veli, sadece şair değil aynı zamanda iyi bir çevirmen ve düzyazı ustasıydı. La Fontaine masallarını Türkçeye çevirdi ve bunu öylesine özgün bir dille yaptı ki, çevirileri neredeyse halk masalı gibi okundu. Aynı zamanda gazetelerde mizahi yazılar, fıkralar ve denemeler de kaleme aldı.

“Yolcu Notları” ve “Nesirler” adlı derlemeleri, onun düzyazı yeteneğini gözler önüne serer. Mizahı, gözlemi ve edebi zekâsı bu metinlerde de kendini gösterir.


6. Ölümü ve Ardından Bıraktığı Miras

Orhan Veli, 1950 yılında henüz 36 yaşındayken hayatını kaybettiğinde, arkasında büyük bir boşluk bıraktı. Ölümü, Türkiye’de büyük bir üzüntüyle karşılandı. Arkadaşları onun anısını yaşatmak için çeşitli dergilerde yazılar yayımladılar. Bugün hâlâ şiirleri okullarda öğretilmekte, edebiyatseverler arasında sevilerek okunmaktadır.

Garip akımı zamanla etkisini yitirse de, Orhan Veli’nin şiire kattığı sivil ton, modern Türk şiirinin gelişiminde kalıcı izler bırakmıştır. Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi İkinci Yeni şairleri bile onun açtığı yolu bir şekilde miras almışlardır.

7. Orhan Veli Şiirinde "İstanbul"

Orhan Veli denilince akla gelen ilk kelimelerden biri hiç şüphesiz "İstanbul"dur. O, bu şehri bir sevgili gibi anlatır. Kimi zaman boğazda balık tutanları, kimi zaman bir iskelede oturmuş düşüncelere dalan insanları anlatır. İstanbul’un hem neşesini hem hüznünü şiirlerine taşır.

> “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…”

Bu şiir, sadece Orhan Veli’nin değil, belki de tüm Türk edebiyatının en tanınan dizelerinden biridir.

8. Sonuç: Neden Hâlâ Orhan Veli?

Orhan Veli Kanık, hem bireysel hem toplumsal şiirin sınırlarını zorlamış, Türk edebiyatına yeni bir soluk getirmiştir. Şiiri bir zümrenin tekelinden kurtarıp halkın gündelik hayatına taşımıştır. Bugün hâlâ genç şairler ondan ilham alıyor; çünkü Orhan Veli sadece bir şiir anlayışı değil, bir yaşama biçimidir.

Yaşamı kısa ama etkisi büyük olan bu şairin izleri, sadece edebiyat kitaplarında değil, bir bankta otururken dalıp giden adamda, dolmuşa binerken camdan dışarıyı izleyen kadında, gece vakti yürürken şiir mırıldanan bir gencin sesinde sürüyor.

Kaynaklar:

Orhan Veli, Garip, Yapı Kredi Yayınları

Murat Belge, Modern Türk Şiiri Üzerine Notlar

Mehmet Fuat, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi

6 Temmuz 2025 Pazar

NAZIM HİKMET RAN ❤️

Nazım Hikmet: Şair, Devrimci ve İnsan

Türk şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Nazım Hikmet Ran, yalnızca eserleriyle değil, hayatı ve mücadelesiyle de hafızalara kazınmış bir isimdir. Hem Türkiye’de hem de dünyada “romantik devrimci” kimliğiyle tanınan Nazım Hikmet, şiirlerinde aşkı, özlemi, özgürlüğü ve umudu en güçlü biçimde dile getiren şairlerden biridir. Hayatı zorluklar, sürgünler, hapisler içinde geçmiş olsa da, onun kalemi asla susmamış; şiiri, tiyatrosu, romanları ve mektuplarıyla insanlığa ışık olmaya devam etmiştir.

Erken Yaşamı ve Ailesi

Nazım Hikmet, 15 Ocak 1902’de Selanik’te dünyaya geldi. Ailesi entelektüel bir çevreye sahipti. Annesi Celile Hanım ressam, babası Hikmet Bey ise diplomattı. Bu ortam, küçük yaşlardan itibaren Nazım’ın sanata ve düşünceye ilgi duymasına zemin hazırladı. İlk şiirlerini henüz çocukken yazmaya başladı. İstanbul’da Galatasaray Lisesi ve Heybeliada Bahriye Mektebi’nde eğitim gördü. Fakat sağlık sorunları nedeniyle denizcilik hayatı kısa sürdü.

Moskova Yılları ve Fikir Dünyasının Şekillenmesi

1921’de Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katılmak isteyen Nazım Hikmet, burada idealist bir genç olarak Mustafa Kemal’e destek olmak amacıyla çalışmak istedi. Ancak daha sonra soluğu Moskova’da aldı. Burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'nde eğitim gördü. Sovyetler Birliği’nde geçirdiği yıllar, onun hem sanat anlayışını hem de siyasal duruşunu kökten etkiledi. Mayakovski gibi Rus fütürist şairlerden esinlenerek serbest ölçüyü Türk şiirine kazandırdı. Aynı zamanda Marksist ideolojiyle tanıştı ve ömrü boyunca işçi sınıfının yanında durmaya karar verdi.


Türkiye’ye Dönüş ve Hapis Yılları

1924’te Türkiye’ye dönen Nazım Hikmet, yazdığı şiirlerle, oyunlarla kısa sürede dikkatleri üzerine çekti. Ancak devrimci fikirleri, onu dönemin siyasi atmosferinde hedef haline getirdi. 1925’ten itibaren defalarca gözaltına alındı, yargılandı ve hapis cezası aldı. Hayatının yaklaşık 17 yılı çeşitli hapishanelerde geçti. Bursa Cezaevi yıllarında yazdığı şiirler, mektuplar ve roman taslakları edebiyatımız için paha biçilemez eserlerdir.

Nazım’ın Bursa Cezaevi’nden yazdığı mektuplar, özellikle Piraye’ye olan aşkını ölümsüz kılan satırlarla doludur. Bir yandan memleket hasretiyle yanarken, bir yandan da umudunu kaybetmemeye çalışan bir adamın iç sesi vardır o satırlarda.

> “En fazla bir yıl sürer,
yirminci asırlarda ölüm acısı...

Ölüm bir ipte sallanmaktır Koca Sinan’da,
ve sehpada çürüyen cesedin ardından
gözyaşı dökmek dostlarının
ama sonra unutmaktır.”

Sürgün Yılları

1950’de dünya çapındaki kampanyalar ve Türkiye’deki baskılar sonucu serbest bırakıldı. Ancak kısa süre sonra askere çağrılması ve olası bir suikast tehlikesi onu yurtdışına kaçmaya zorladı. 1951’de gizlice Sovyetler Birliği’ne geçti ve bir daha memleketine dönemedi. Ömrünün sonuna dek Moskova başta olmak üzere çeşitli ülkelerde sürgün hayatı yaşadı. Bu yıllarda birçok uluslararası barış kongresine katıldı, yeni eserler kaleme aldı.
En büyük hasreti ise memleketiydi. Ünlü şiiri “Memleketimden İnsan Manzaraları”, onun bu özleminin en derin örneklerinden biridir.
Sanatı ve Türk Edebiyatına Katkısı

Nazım Hikmet, şiirde serbest nazımı kullanarak büyük bir yenilik yaptı. Türk şiirini hece ölçüsünün kalıplarından kurtararak daha çağdaş bir forma kavuşturdu. Onun şiirlerinde konuşma dili, halk deyişleri, masallar, türküler, destanlar iç içe geçmiştir. “Kuvâyi Milliye Destanı”nda olduğu gibi ulusal mücadeleyi destansı bir dille anlattı. Öte yandan aşk, yalnızlık, insan sevgisi gibi evrensel temaları da büyük bir ustalıkla işledi.

Nazım Hikmet yalnızca şair değil; aynı zamanda tiyatro oyunları, senaryolar, romanlar, masallar yazan üretken bir sanatçıydı. Örneğin “Taranta Babu’ya Mektuplar” adlı eserinde, faşizmin yükselişine karşı güçlü bir eleştiri getirdi.


Ölümü ve Mirası

Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da bir kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Vasiyeti memleketine gömülmekti ama bu dileği gerçekleşmedi. Moskova’daki Novodeviçi Mezarlığı’na defnedildi. Mezar taşı başında bugün bile Türkler ve dünyanın dört bir yanından insanlar onu anmaya devam ediyor.

Şairin “En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk: henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız...” dizeleri, onun umut dolu dünya görüşünün en güzel özetidir.

Bugün Nazım Hikmet

Nazım Hikmet, hem Türkiye’de hem dünyada şiirleri en çok çevrilen Türk şairidir. UNESCO, doğumunun 100. yılında onu “Dünya Kültür Mirası” olarak ilan etmiştir. Şiirleri hâlâ yeni nesiller tarafından okunuyor, besteleniyor, tiyatrolarda, filmlerde hayat buluyor. Onun memleket, aşk, barış ve özgürlük üzerine söyledikleri bugün bile yolumuzu aydınlatıyor.

Son Söz

Nazım Hikmet’in yaşamı bize gösteriyor ki, sanat ve fikir insanı her türlü baskıya rağmen üretmeye devam edebilir. O, sadece Türk şiirine değil, insanlığın ortak vicdanına hitap eden büyük bir şairdir. Nazım Hikmet’i anlamak; onun eserlerini okumakla, onun memleket sevgisini, insan sevgisini yüreğimizde hissetmekle mümkün.

5 Temmuz 2025 Cumartesi

MİZAHIN ÖLÜMSÜZ İSMİ: KEMAL SUNAL

Kemal Sunal: Türk Sinemasının Gülen Yüzü ve Mizahın Ölümsüz İmzası

Türk sinemasının kalbine kazınmış, milyonların gönlünde taht kurmuş bir isim varsa, şüphesiz o Kemal Sunal’dır. O, sadece bir komedyen değil; toplumun dertlerini, hayallerini, naifliğini, umutlarını beyazperdeye taşımış, halkın içinden çıkmış, halkla bütünleşmiş bir sanatçıdır. Öyle ki bugün bile filmleri izlenirken sanki yeni çekilmiş gibi gülünür, sevinilir ve bazen hüzünlenilir. Kemal Sunal, yarattığı karakterlerle milyonlara ayna tutmuş, onları kahkahaya boğarken düşündürmeyi de başarmış bir ustadır.

Hayatının Başlangıcı: Alçakgönüllü Bir Hikâye

Kemal Sunal, 10 Kasım 1944’te İstanbul’un Küçükpazar semtinde dünyaya geldi. Babası elektrikçi Mustafa Sunal, annesi Saime Hanım’dı. Çocukluğu İstanbul’un dar sokaklarında geçti. Yoksul ama samimi bir mahalle kültürü içinde büyüyen Sunal, ileride canlandıracağı saf, temiz, çoğu zaman “gariban” karakterlerin duygusunu daha o yaşlarda içine sindirmişti.

Eğitim hayatına Mimar Sinan İlkokulu’nda başladı. Ortaokulu Vefa Lisesi’nde tamamladı. Daha o yıllarda tiyatroya ilgi duymaya başlamış, amatör oyunlarda sahne almıştı. Tiyatro onun için bir kaçış, bir eğlence değil; adeta yaşamının anlamıydı.

Tiyatroyla Büyüyen Bir Tutku

Kemal Sunal, tiyatroyla tanıştıktan sonra bu alanda ilerlemeye kararlıydı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda, Devekuşu Kabare’de çalıştı. Devekuşu Kabare’de sahnelediği oyunlar, onun sahne hakimiyetini, doğallığını ve espri gücünü ortaya koymuştu. Aynı zamanda tiyatroda kazandığı disiplini de ömrü boyunca koruyacaktı.

Sinema Yolu: Ertem Eğilmez ile Tanışma

1970’lerin başında Türk sinemasında komedi filmleri altın çağını yaşamaya hazırlanıyordu. İşte tam bu sırada Kemal Sunal’ın yolu ünlü yönetmen Ertem Eğilmez ile kesişti. Ertem Eğilmez, onu tiyatro sahnesinde izleyip yeteneğine hayran kalmıştı. Böylece 1973 yapımı “Tatlı Dillim” filminde küçük bir rolle sinemaya adım attı. Ardından gelen “Salako”, “Hababam Sınıfı”, “Süt Kardeşler”, “Tosun Paşa”, “Kapıcılar Kralı”, “Çöpçüler Kralı” gibi filmlerle yıldızı parladı.

Özellikle Hababam Sınıfı serisinde canlandırdığı İnek Şaban karakteri, onu Türk halkının gönlüne adeta mühürledi. Saf, iyi niyetli, bazen sakar ama sevimli İnek Şaban, izleyicinin kalbinde silinmez bir iz bıraktı.

Karakterlerinin Arkasındaki Gerçek

Kemal Sunal’ın oynadığı karakterler çoğunlukla toplumun alt kesiminden gelirdi: çöpçü, kapıcı, işçi, köylü… Ama hepsi onurluydu, iyilik doluydu, samimiydi. Bu karakterler, halkın kendi içinden çıkan, dertleriyle dertlenen, haksızlığa karşı gelen insanlardı. Belki bu yüzden filmleri yalnızca güldürmekle kalmaz, aynı zamanda izleyeni düşündürür, bazen gözlerini bile yaşartırdı.

O dönemde Türkiye’deki sosyal yapının, köyden kente göçün, gecekondu kültürünün, işçi problemlerinin, sınıfsal çatışmaların da aynası olmuştu bu filmler. Kemal Sunal, adeta bir halk temsilcisi gibi, perdeye çıkıp toplumun içindeki çelişkileri mizah yoluyla gösteriyordu.

Özel Yaşamında Kemal Sunal: Sakin, Disiplinli, Utangaç

Çoğu insan, Kemal Sunal’ı filmlerindeki kadar neşeli, esprili ve “çılgın” sanırdı. Oysa Sunal gerçek hayatta utangaç, ağırbaşlı, mütevazı ve son derece disiplinli bir insandı. Setlerde işi dışında pek konuşmaz, hazırlandığı role yoğunlaşırdı. Özel hayatında skandallardan, magazinden daima uzak durdu. 1975’te Gül Sunal ile evlendi ve bu evlilikten Ali ve Ezo adında iki çocuğu oldu.

Eşi Gül Sunal, onun en büyük destekçisi, sırdaşı ve hayat arkadaşıydı. Oğulları Ali Sunal da babasının izinden giderek oyuncu oldu ve bugün Türk televizyonlarında başarılı projelerde yer almakta.

Eğitim Tutkusu: Okulu Bitirme Azmi

Kemal Sunal’ın hayatındaki en dikkat çekici yönlerden biri de eğitim azmiydi. Yıllarca oyunculuk yaptıktan sonra bile, içinde ukde kalan üniversite eğitimini tamamlamak için büyük çaba gösterdi. 1995’te Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema bölümünü bitirdi. Hatta mezuniyet töreninde konuşma yaparken gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Onun bu azmi, hayatta öğrenmenin yaşının olmadığının en güzel kanıtıydı.

Beklenmeyen Veda

Kemal Sunal, 3 Temmuz 2000’de, yeni filmi “Balalayka” için Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçakta kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu. Türkiye yasa boğuldu. Cenaze töreninde binlerce insan onun ardından gözyaşı döktü. Bu kadar sevilmek, ardında bu kadar güçlü bir miras bırakmak ancak büyük sanatçılara nasip olur.
Ardında Kalan Eserler ve Hatıralar

Kemal Sunal, 82 sinema filmi, sayısız tiyatro oyunu ve onlarca unutulmaz karakterle dolu dolu bir sanat hayatı yaşadı. Bugün filmleri hâlâ televizyonlarda defalarca yayınlanıyor ve her kuşaktan izleyici aynı keyifle izliyor. Onun “gülen yüzü”, Türk insanının hafızasında taze kalmaya devam ediyor.

Günümüzde Kemal Sunal filmleri yalnızca güldürmek için değil, aynı zamanda o yılların sosyal yapısını anlamak için de önemli kaynaklar. Onun saf Anadolu insanını temsil eden karakterleri, kültürel hafızamızın en kıymetli köşelerinden birini oluşturuyor.

Sonsuz Bir Mizah, Sonsuz Bir Sevgi

Kemal Sunal, yalnızca komik mimikleri, sakarlıkları veya esprileriyle değil, insani tarafıyla da hatırlanıyor. O, hayatı boyunca halktan kopmadan yaşamış, ünün şımartamadığı nadir sanatçılardan biri olmuştu. Mütevazı duruşu, topluma olan sevgisi ve çalışkanlığı onu ölümsüz kıldı.

Bugün bile onun filmlerini izlerken bazen kahkahalarla gülüyor, bazen de içten içe buruk bir tebessümle hatırlıyoruz. Çünkü Kemal Sunal, bize yalnızca eğlence sunmadı; insanlığı, dostluğu, adaleti, umudu da hatırlattı.


Son söz:
Kemal Sunal, yalnızca Türk sinemasının değil, Türkiye’nin kendisinin bir parçasıdır. O, hepimizin Şaban’ıdır, hepimizin saf gönüllü dostudur. Aramızdan ayrılalı yıllar olsa da, her izlediğimizde yeniden yaşar, bize eski mahallenin sıcaklığını, dürüstlüğünü, masumluğunu hatırlatır. Ne mutlu ki onun filmleriyle büyüyen, gülen ve hâlâ gülebilen bir toplumuz.

Türk Şiirinde Serseri Bir Prens: Küçük İskender

Küçük İskender: Yalnız Kalpler İçin Bir Sığınak

Bütün sokak lambaları söndüğünde, rüzgâr İstanbul’un caddelerinde eski bir dost gibi dolaşır. Ve işte o karanlıkta, kırık kaldırım taşlarının arasında, sigara izmaritlerinin, şarap şişelerinin, öpüşmelerin, yarım kalmış sevişmelerin, terk edilişlerin kokusu yükselirken bir şair belirir: Küçük İskender.

Onun adı, boynunda asılı bir yara gibi durur: küçük… Oysa acısı hiç de küçük değildir. O, dünyayı kocaman bir yara olarak taşır iç cebinde. Ve her şiiri, o yarayı biraz daha kanatmak için vardır.


Bir şair ki, sokakların diliyle konuşur.

Küçük İskender’in dünyası biraz paslı bir traş bıçağı gibidir; dokunanı keser. Dili kirli derler, evet, kan lekeli, küfür kokulu… Ama yine de o kelimeler, tıpkı bir mezarlıkta açan kır çiçekleri gibi, güzeldir.
Çünkü İskender’in şiiri, makyajsız bir yüz gibidir. Çilleriyle, sivilceleriyle, göz altı morluklarıyla… Olduğu gibidir.

Onun şiirini okurken insan, kendini bir pavyonun arka masasında otururken bulur. Elinde ucuz bir votka, karşısında boynu bükük bir keman… Kalabalık gürültü eder, ama o sadece kendine çalar. İşte Küçük İskender de böyle çalar bize; gürültünün içinden, kalabalığın ortasından, tam kalbimize…

Aşk ve Ölümün İnce Çizgisinde

O, aşkı anlatırken kimsenin cesaret edemediği kadar çıplaktır. “Ben seni bir şarap gibi içtim ve sabahına kustum,” derken bile, aşkın ne kadar derin, ne kadar insani, ne kadar acı verici bir şey olduğunu fısıldar kulağımıza.
Çünkü onun aşkı steril değildir. Teni ter kokar, biraz sigara, biraz alkol… Ama asıl kokusu: hasretin kokusudur.

Ve ölüm… O, Küçük İskender’in koynunda her gece uyuttuğu soğuk sevgili. Şiirlerinde ölüm hep vardır. Ama öyle bir hüzünle değil; sanki ölümle alay edercesine. “Gel, birlikte ölelim de cennette kimse tanımasın bizi” diyerek el uzatır ölüme.

Belki de bu yüzden onun dizeleri insanın göğsüne iğneler batırır. Ama o iğnelerden kan yerine umut sızar. Çünkü ölüm korkusu bile onun dizelerinde yaşama dair bir iştah olur.

Yalnızlığın Şairi

Küçük İskender yalnızlığı şiirin göbeğine oturtmuş bir şairdir. Onun yalnızlığı öyle öylesine bir yalnızlık değildir; kalabalığın içinde daha da koyulaşan, bazen bir elin değmesini ölesiye isteyen, bazen kimsenin varlığını kaldıramayan çelişkili bir yalnızlık…

“Ben biraz kendime çekildim, kusura bakma dünya…” diyen o tuhaf insan hali… İşte İskender’in şiirlerinde hep budur: kırgın, küskün, ama bir o kadar da kendini sevmeye çalışan bir kalp.

Kirli aşkların, gizli arzuların, utançların şairi

O, şiirinde cinselliği saklamaz. Çünkü o bilir ki ten utanç duyulacak bir şey değildir. Aşk bazen ellerin birbirine dolanışı değil, bazen göz göze bile gelmeden yaşanan bir tutkudur.
Küçük İskender, toplumun bastırmaya çalıştığı tüm arzuları şiirine alır. Erkek erkeğe, kadın kadına, insan insana… Kimin kimi sevdiğinin, nasıl dokunduğunun hesabını tutmaz. Onun şiiri bu yüzden yasaktır biraz. Ama en çok da özgürdür.

Toplum ona parmak sallamış, mahkemelerde süründürmüş, gazeteler utanmadan onu “sapkın” ilan etmişti. O ise başını dik tutarak bir şiir daha yazdı. Çünkü onun için şiir, sadece bir sanat değil, bir varoluş şekliydi.

“Ben şiiri steril bırakmam...”

O kendi sözleriyle der ki:

> “Ben şiiri steril bırakmam. Şiirime irin bulaştırırım, kan bulaştırırım, meni bulaştırırım ki oradan yeni bir hayat filizlensin.”

Belki de onun şiirlerinin bu kadar canlı olmasının sebebi budur. Temiz, beyaz örtülerde büyümez İskender’in şiirleri. Çöp kutularının yanında, gece yarısı öpüşen iki sevgilinin titreyen ellerinde, otobüs duraklarında sabaha kadar bekleyen uykusuz gözlerde büyür.

Erken Veda, Büyük İz

Küçük İskender uzun süre kanserle boğuştu. Belki de içindeki ölüme düşkünlük, ona daha erken bir davetiye hazırladı. 2019 yazında aramızdan sessizce çekildi.

Ama o giderken İstanbul’un sokaklarına, deniz kenarına oturmuş delikanlıların cebine, terk edilmiş otel odalarına, eski sevgililerin saç tellerine binlerce dize bıraktı.

Bugün hâlâ birileri onu okurken içinden durduk yere bir sigara yakmak, içi yanana kadar öksürmek, sonra da oturup uzun uzun ağlamak ister. İşte iyi şair budur: Okurun kalbini ellerinin arasına alır, sıkar, sonra da usulca bırakır.

Ve geriye kalan…

Küçük İskender belki hiçbir zaman büyük ödüller, şatafatlı söyleşiler, konferans salonları istemedi. O, şiirini genç bir çocuğun titreyen ellerine bırakmak için yazdı.
Belki de bu yüzden bugün onun adı anılınca insanlar hafifçe gülümser, sonra gözleri nemlenir. Çünkü herkes Küçük İskender’de kendinden bir parça bulur: Yalnızlığını, korkusunu, başına bela olmuş aşklarını, vazgeçemediği tutkularını, yaralarını…

Şimdi İstanbul’un gece yarısı yollarında yürürken, sokak lambasının altındaki gölgene dikkat et. Belki Küçük İskender şiirleriyle hâlâ orada dolaşıyordur.
Belki sana usulca şunu fısıldıyordur:

> “Sen de benim kadar yaralı mısın? Öyleyse korkma, gel, birlikte kanayalım…”


ACE OF BASE 😍😍😍

🎶 90’ların Efsanevi İsveçli Grubu: Ace of Base > “All That She Wants is another baby...” Bu satırları okur okumaz melodi kafanda canland...